Doğrusunu isterseniz, 1950'lerde küçük bir çocukken, yaşamın upuzun ve mükemmel bir yaz günü gibi sürüp gideceğine inanırdım. Çünkü öyle başlamıştı. Çocukluğum konusunda, o dönemi mutlu geçirdiğimden
dolayı şükran borçlu olduğumu söylemekten başka anlatacak pek bir şey bulamıyorum. Ne zengindik, ne de yoksul. Karşılanamayan bazı ihtiyaçlarımız olmuşsa bile bunları farketmiyordum. Buna karşılık lüksümüzün de farkında değildim. Orta halli insanların bulunduğu mahallemizde hemen herkes aynı şeylere sahip olduğundan karşılaştırma olanağım yoktu. Başka bir deyişle, her yerde görülen, sıradan çocuklardık. Babamız Pennsylvania'nın 12.602 nüfuslu Glodstone kentinde bilgisayar üreten büyük bir firmanın halkla ilişkiler görevlisiydi. Anlaşılan babamız işinde çok başarılıydı, çünkü patronu sık sık bize yemeğe gelip onunla övündüğünü söylerdi. «Senin temiz yüzlü görünüşün, herkesi kıskandıran yakışıklılığın ve çekici davranışların onları etkiliyor. Söyle bana Chris, kim senin gibi birine karşı koyabilir?» Bu fikre tüm kalbimle katılırdım.'Babam mükemmel bir insandı. Bir
seksen beş boyunda, seksen beş kiloda, dalgalı gür sarı saçlı, eğlenceye ve yaşama düşkünlüğünü belirten, sürekli içleri gülen, gök mavisi gözlü bir insandı. Burnu düzdü; ne çok uzun, ne çok kalın, ne de çok inceydi. Tenis ve golfu profesyoneller kadar iyi oynar, sürekli yüzdüğü için yaz kış yanık tenle gezerdi. Sık sık uçağa atlayıp California'ya, Florida'ya, Arizona' ya, Hawaii'ye giderdi. Hatta denizaşırı ülkelere de gittiğini anımsıyorum. Cuma akşamları kapıdan girdiği anda yağmur ya da kar yağıyor olsa bile mutlu gülümsemesiyle bizlere bakınca sanki birdenbire güneş açardı. Bizlerden beş günden fazla ayrı kalamadığını söyleyerek her cuma yolculuğunu sona erdirirdi. Çantasını valizini yere bırakıp kalın sesiyle çağırırdı hepimizi. «Eğer beni seviyorsanız, gelip kucaklayın!» Ağabeyimle birlikte kapının yakınlarında saklanıp dönüşünü bekler, seslendiği anda ya bir koltuğun ardından ya da kanepenin altından fırlayıp kucağına atılırdık. Haftanın en sevdiğim günü cumaydı, çünkü babam eve dönerdi. Mutlaka ceplerinde bizim için ufak tefek armağanlar bulundurur ve daha büyüklerini yerleştirdiği valizlerini, bizim sevinç taşkınlıklarımızı sabırla bekleyen annemizle kucaklaştıktan sonra açardı. Ceplerinden çıkan armağanlarımızı alınca, Chris'le birlikte bir köşeye çekilip annemizin dudaklarında tatlı bir gülüşle ona yaklaşmasını izlerdik.